16 Aralık 2016 Cuma

Işıltılı bişeyler;-)


Çok severim Aralık ayını. Geçen senelerde hem iş hem çocuk hem ev olmasına rağmen hiç aksatmadan süslerdim evimi.
Bu sene sabahtan başlıyorum keyfini çıkarmaya.
Zaten ev halkı kargalarla beraber evden çıkıyor. 
Kalıyor mu koca ev bana...
Önce yatakları topluyorum bir güzel, çok soğuk değilse camları aralıyorum...
Eve hava, enerji girsin misss gibi...
Sonra ilk iş yılbaşı ağacının ışıklarını yakıyorum, geçip karşısına bakıyorum:-)
Sıcacık bir kahve yapıp camın önündeki koltuğuma oturuyorum...hemen masanın üstünde duran mumlarımı da yakıyorum.
Günün ilk tarotunu açıp, kitaplarımın , dergilerimin içine gömülüyorum.
Bir yanda ağacım, bir yanda mumlar, kulağımda müziğim gelen yıla adım adım yaklaşıyorum her sabah.
Geçen gün bir dolunay ritüeli yaptım...7 tane tarçın çubuğunu kaynatıp evi tütsüledim bolluk, bereket için.
Evim pasta gibi koktu...

Yapılacak işler var daha... mesela yazdan kalan neşeli cam önü biberlerine bir çare bulmam lazım...
Siklamenlerin mevsimi geldi geçiyor...
Sanki sandıkta saksılar içinde yılbaşı süsleri vardı, nerde hakikaten onlar?
Bu sene evdeyiz, sürpriz bişeyler yapmak lazım Kaoş'a:-)
Yılbaşı menüsü, pastası araştırmak lazım internetten...
Hediyeler alacağım sevdiklerime sonra...sevinsinler, şaşırsınlar, sevsinler...
İçimde bir cıvıltılı kuş sürüsü...

Rengarenk hediye paketleri, kurdeleler, çam ağaçları, kar küreleri, noel babalar, geyikler, biblolar, ışıltılar, pırıltılar, masallar, hayaller dünyasında kendimle başbaşa saatler geçirmek...
Geçen yılımı değil, gelecek yılı değil tam şu anı yaşamak...
Güvende, kendimle ve evde olmak paha biçilmez..

Bu sene tadını çıkarıyorum evimin..  
Bakalım seneye ne yapıyor olacağız?;-)


30 Eylül 2016 Cuma

Yarın Hiç Yokmuş Gibi...



Hep bir sonraki günü, ayı, mevsimi bildim ben...
İşe kaçta gideceğimi, tatile ne zaman çıkacağımı, çocuk ne zaman yapacağımı, ev ne zaman alacağımı...
Hayatımın son 34 yılını aynı mahallede, 21 yılını aynı adamla, 18 yılını aynı işyerinde ve bütün ömrümü aynı ayarla geçirdim...
Gittiğim yerde yediğim yemeği değiştirince,  araba değiştirince, işe giderken yolumu değiştirince, uzun süre şehir değiştirince, evlenip evimi, çocuk yapıp rolümü değiştirince hep zorlandım ...
Değişim, adapte olma süreci, pişmanlık, özlem, rutinin değişmesi hep korkuttu beni...
Hayatımı hep keyifli hale getirmeye çalışmamın sebebi, tekdüzeliğe meydan okumaydı benim... Değiştiremeyeceksen renklendir!!!
Sırtımı dönüp gitmeyi hiç beceremedim...
İnce eledim, sık dokudum, korudum...

Şimdi, yıllar sonra bir anda değişiverdim...
Bir anda değiştiğim konular olmuş muydu daha önceden?
Evet sanırım oldu...
Bir anda evlenmeye karar verdim mesela...
Yıllar sonra bir anda köpekten korkmayı bıraktım birgün...
Bir anda beni kıran herkesi nedenini bilmeden affettim...
Bir anda işten ayrıldım...
İşte bu da öyle oldu...
Yarın hiç yokmuş gibi yaşıyorum son bir iki aydır...
Bir bahane oldu...Hayat benim yapamayacağım şeyi yaptı...
Beni arkamdan gelip denize attı:-)
Yüzme bilmem sanırdım, derinden korkarım sanırdım, suyu sevmem sanırdım, tuz yakar sanırdım...
Değilmiş!
Varsaydıklarımızın gölgesi kalkınca deniz masmavi, su ılık, yaşam mutluymuş...
Yıllardır hayalini bile kuramadığım akışta olmak, benim içimdeki ateşi yeniden yakarmış..
Sınırsız seçeneklerin içindeki fırsatlarmış hayatı ayakta tutan, tutunduğumuz dallardan çok!
Yarınlar hem çok hem de hiç yokmuş:-)

Geçte olsa anladım:-)





23 Eylül 2016 Cuma

Ekinoks

İşte ennn sevdiğim dönüm noktası doğanın....23 Eylül ekinoksu...
Diyeceksiniz ki hani kışı sevmiyordun?
Valla artık değiştim sanırım.. Güzü, kışı sever oldum..

Sıcacık battaniyelerin altında uyumayı, sabah yağmurunda kahvemi yudumlamayı, tenimi okşayan kazakları, boynuma sarılan atkıları, kocaman postallarımı, ellerimi tutan eldivenleri, şöminenin ateşini, odun kokusunu, hafif loş evleri, sinema saatlerini, dost sohbetlerini, şaraplı, makarnalı geceleri seviyorum...
Hep severdim aslında, ama yaz ama deniz ama yıldız ama yakamoz hep ağır basardı...
Şimdi öyle değil...
Şimdi içe dönüş, dengede duruş vakti...

Ekinoksu sevmemdeki en önemli neden de bu işte...
Doğa ne muazzam... Gece ve gündüz dengesini bozmadan önce, bir gün, bir tek gün dengede duruyor dünya...
Tam dikleştiriyor güneşe olan açısını... Hep kitaplarda 21 Mart ve 23 Eylül  ekinoksları için güneş ışınları ekvatora dik gelir yazar... Bu konunun güneşle alakası yok bence... Güneş durup duruyor olduğu yerde, hep aynı güneş... Dünya konumunu ayarlıyor güneşe göre... İşte tam bu gün, tam niyetini değiştirmeden, bir gün eşitliyor gecesini, gündüzünü:-)
Paldır küldür girişmiyor yani:-)))

Urla'da karşılıyorum bu sene sonbahar ekinoksunu...
Evimi tütsüleyeceğim bugün, dua edeceğim bu bahar bize hayırlı gelsin diye...
Dengelerimizin, hayatımızın değişeceği günler bekliyor bizi...
Bugünümü bunu düşünmeye ayıracağım...
Güçlenerek çıkmak için duracağım dengede :-) Bir gün de olsa...
Doğanın tam kalbinde olmanın tadına varacağım...
Güneşe bir selam çakacağım, "Bak gördün mü, bozmadım dengemi, kanmadım yıldızına, denizine, büyüdüm ben!" diyeceğim:-)
Dünyayla bir olup becereceğim dengede durmayı:-)
Sonra yola çıkacağım...

Birde Kaan'la konuşacağım uzun uzun... Dünyayı, güneşi, aralarındaki ilişkiyi, etrafında pervane olduğu güneşe karşı asil ve dengede duruşunu, denge bozuk gibi dururken bile hayatın kontrolünü, yeniden olmayı, yeniden doğmayı... Güneşin nerden battığını, nasıl hep doğduğunu, meridyenleri, kendimizle aynı meridyende olan insanların önemini, paraleller arasındaki mesafeyi, dünyanın boynunun eğikliğinin tüm şamatanın nedeni olduğunu, eğilmeyi, kırılmamayı, hep dönmeyi, dönmeyi, dönmeyi;-)
Kendine sorduğu soruların, aradığı cevapların evrende yazılı olduğunu, bakarsa göreceğini, ararsa bulacağını... En karanlık anında nereye döneceğini...
Hiçbir şeyin sonsuza dek aynı kalmayacağını...
Anladığı kadar anlatacağım...
Sizlerde yapın...
Alın çocuklarınızı anlatın eşitliği...dengeyi..düzeni...
Dünyanın çabasını, güneşin maskarası olmamasını...
Bugün güneş ışınlarının ekvatora dik gelmesinin sorumlusunu...
Özgürlüğün başınabuyrukluk değil, ne istediğini bilmek olduğunu...
Görün bakın iyi gelecek...
En çok da size ;-)

Musmutlu mevsim dönüşleri hepimize:-))))

18 Eylül 2016 Pazar

Bugün Senin Doğumgünün:-)

Kutlu olsun Baba'cığım:-)


4.5 seneye yaklaşıyor gidişin...
İlk defa benden ayrı bir hayat yaşamak istediğinde, 21 yaşındaydım; tamamen ayrı bir hayata gittiğinde 41...
Ama ayaklarım üstünde durmayı sen öğrettin bana...
Hayatımın yalnızca bana ait olması gerektiğini...
Bu dünyada en önemli şeyin kendim olacağını...
Kendimi sevmeyi, kayırmayı, eğlendirmeyi, doyurmayı sen öğrettin...
Bir tane hayatımız varsa cesur olmak gerektiğini...
Mutluluğun içimizde değilse, fizanda bile bulunamayacağını...
İyi ki öğrettin:-)

Öyle çok, insan üstü bir varlık gibi anlatıyorlar ki babalarını bazıları..
Yıkılmaz, yanlış yapmaz, ayağı kaymaz, tökezlemez, ağlamaz, dalgalanmaz falan...
Sen hiç öyle babalardan değildin valla...
Bayağı bir patinaj çektin hayatta...
Hayatın kaygan zeminlerde, kısa paslaşmalar olduğunu;-)
İnsanın etten kemikten değil, kalpten yürekten yaratıldığını...
Dansederken düşmemek için, karşındakinin ayaklarına değil tam kalbine ve gözlerine bakmam gerektiğini sen öğrettin...
Sonra düşsen bile, asıl mevzunun düşmemek değil, kalkabilmek olduğunu...
Korkulu rüya görecek olsam bile, uykum varsa uyumayı... Hayatın hep uyanık ve tetikte geçmeyeceğini...
Sen öğrettin...

Sarhoş olunca yaptıklarımı ayılınca değerlendirmem gerektiğini;-)
Neyin değip neyin değmeyeceğini en içime sormayı....
Sen öğrettin...

Ama en çok ne işime yarıyor biliyor musun öğrettiklerinden?
Yarını değil 1 yıl sonrasını, 5 yıl sonrasını, 10 yıl sonrasını düşün derdin...
Oğlunun bademcik ameliyatı olacağını değil, kızlarla dansedeceği günleri düşün...
Bugünkü derdini değil, seneye buna ne kadar güleceğini düşün...
Kocanla kavganı değil, 10 yıl sonra nasıl bir aile olmak istediğini düşün...
Ölümü değil, yaşayacağın 50 yılı düşün bile demiştin 10 yaşımda, ilk ölümle yüzleştiğimde...
Kazanacağın parayı değil, nasıl harcayacağını düşün!
Anda sıkışma, anın tadına var...varamıyorsan geçeceğini düşün!
Geçeceğini bilirsen güçlü olursun!

Güçlüyüm baba...epeyce güçlüyüm korkma:-)

Sen de bizi merak ediyor musun  ara sıra acaba?
Benden razı mısın kızın olarak bilmiyorum...
O tarafa gidince insan, şöyle uzaktan bakıp hayatına, bu olmuş bu olmamış diyor mu ki?
Bilmiyorum:-(

Ama beni soracak olursan iyiyim baba...
Sensiz ama dingin ve mutluyum, tam istediğin gibi...
Oğlum büyüdü sonra... Benim gibi bakıyor gözleri...
Benim gibi kızıyor, tam senin gibi yani;-) Herşeyin iyi tarafını görüyor, kime çekmiş ki?

Rüyalarıma geldiğin için teşekkür ederim sonra...çok ihtiyacım oluyor bazen sana:-(

Tut ve koru dediklerini tutuyorum sımsıkı merak etme...
Ailemi, annemi, aklımı, vicdanımı;-) Ara sıra çarşı karışsa da:-)

Hayat bir sürü sürpriziyle birlikte akıp gidiyor bu tarafta;-)

İnsanın sağlam bir omurgası varsa yıkılmaz, omurgayı sağlam tutacaksın derdin...
Sular dalgalanmadan durulmaz...
Aynen öyleymiş hayat baba:-)

Karşılıklı sohbet gibi oldu bu yazı biraz... Ama seviyorum seni yazmayı... Kendimi gördüğüm içindir belki bilmem...
Belki söyleyemesem de özlediğimi....çok özlediğimden...

Çok doğumgünü falan sevmezdin sen bilirim...
Ama iki laf edeceksem sana dair bugün, iyi ki senin kızın olmuşum...
İyi ki sen doğmuş, iyi ki doğmuşun:-))))



30 Ağustos 2016 Salı

Sonbahar geliyor...


Toparlanma zamanı...
İçimden yeni bir ben çıkarma zamanı...
İlklerin heyecanının, anların coşkusunun, günlerin telaşının toparlanıp bir sonuca bağlanma zamanı...

Kendi kabuğuma çekilme ve hesaplaşma zamanı...
Uykudan önceki son dua zamanı... sonbahar:)

Havadaki koku değişti, vücudumdaki dokunuşta...
Doğadaki renkler soldu, yıldızlar uzağa gitti, güneş eğik, rüzgar soğuk, dallar yalnız, toprak cansız biraz...

Ben biraz yalnızım...
Biraz hüzünlü...
Ben biraz kaygılıyım...
Epey kararlı...
Ben bayağı güçlüyüm...
Bayağı güçlü:)

Alıp kendimi, demleyip, bekleyip, keyifle içeceğim günler geliyor...
İçimdeki bitenleri, miyadı dolanları kaldırıp ayıracağım günler...
Kendimle kalıp, kendimi sevip, kendime sarılıp, kendime yeteceğim günler...

Sonbahar geliyor...
Bir son; biraz bahar...


12 Ağustos 2016 Cuma

Anda Olmak Azla Doymak


Herkes kendi hayatının kahramanı diye diye şişmiş hormonlu egolarla ortada gezip mutlu olan kaç kişi gördünüz?

Kahraman falan olmasakta, ne yaşıyorsak göğüs kafesimizin içinde, dünyamız o kadar işte...
Sırça köşklere, vazgeçilmez aşklara, gururdan kalelere kim demiş ihtiyacımız var diye?
Başrollerin içinde sıkışıp kalmaktansa, doğaçlama yapacağım bir role razıyım ben bu dünyada...

Ne çok önemli, ne çok değerli, ne çok ben merkezli hayatlar var etrafımızda...

Hiç olduğunu bilmekle başlıyor eşsiz ve biricik olmak esasında...
Esnemekle...
Ben demekten vazgeçmekle..

Yapabiliyor muyum? Hayır şimdilik...
Ama başıma gelen herşeyin, bunu öğrenmek ve tecrübe etmek için geldiğini...belki de sınavımın bu olduğunu biliyorum artık...
Güvencesiz, garantisiz, kaygan zeminlerde ayakta durmayı deneyimlemek...
Yardımcı rollerde mutlu olmayı öğrenmek...
Dünyayla, insanla, hayatla bir olup akmak...
Ana güvenmek, akışa bırakmak...
Ve durmak...ve hissetmek...ve yetinmek...ve payıma düşenle doymak için...

İçimize, üstümüze, midemize, aklımıza tıkıştırdıklarımızla mutlu olsaydık bunca aç niçin var hayatta?

Olayımız azla doymak şu üç günlük dünyada..
Azla doyan insan olmakta...


6 Ağustos 2016 Cumartesi

Offffffff...

Hava çok sıcak!!!

İçim eriyor...
Canım sıkılıyor..
Düşünmek, düşünmemek, durmak, hareket etmek bir işe yaramıyor...

Herşey bir anda oluyor...
Ama bir anda bitmiyor..
İnsan kendine rağmen devam etmiyor...
Yavaş yavaş ölüyor içimizdeki umut...bir anda gitmiyor...

İçimdeki sesi susturmuştum nicedir...
Duymazdan gelmek, süreci değiştirmiyor...
Olacak olan tam zamanında olmaya başlıyor...
Hiçbir ses, hiçbir nefes, hiçbir söz, hiçbir heves önüne geçmiyor..

Küçücük bir dünyam var benim...
Yıllar yıllar içinde dişimle tırnağımla kurduğum...
Hiçbir güç onu yıkmaya yetmiyor...
Hiçbir kuvvet önüne geçmiyor..

Boğazımdaki yumru, kalbimdeki kapanç beni bırakıp gitmiyor...
Hava da fena sıcak üstelik...
Ne yapsam kar etmiyor...

Sonbaharı mı özlesem acaba??

Bir umuda ihtiyacım var:)))

Offffffff....dünyam dönmüyor:(((


2 Temmuz 2016 Cumartesi

Datça:-)

Datça...
En uzak Akdeniz noktasıydı benim için...
Merakla ve hevesle geldim...
Hayal etmem genelde bir yere giderken, burayı hayal ederek geldim...
Benden kalanlar aşağıda...

Eski Datça, İstanbul'lu cesur dolu... Hayatlarını sıfırlayıp gelmiş, pansiyon, hediyelik eşya, sanat atölyesi açmış, mutluluğu bulmuş gibi gibi insancıklar...
Hepsinin hikayesi aynı, bir anda istifa etmiş, buraya yerleşmiş, başarmış!!!
"Success story"den geçilmiyor ortalık..
Müzikler nefis her yerde...
Küçücük bir mahallede aynı tip insanlar...entel, dantel, paralı, huzurlu gibi...mutlu gibi...başarmış gibi...bulmuş gibi...
Aynı hikaye, aynı insan, aynı bileklik, aynı magnet...

Sonra bu bük olayını bence abartmışlar... Palamutbükü, Ovabükü, Hayıtbükü..
Yanyana pansiyon, dondurmacı, biralayan kalabalık, taşlı deniz, birbirinin tıpatıp aynı lokantalar...
Aynı pansiyon isimleri... Badem, Dut, Datçam...
Aynı yemek, aynı deniz, aynı şezlong, aynı şemsiye...

Datça liman...pansiyonların yerini balık restaurantları almış, kapılarında "Gel ablam mezelere gel, balıklara gel!" çığırtkanları...
Aynı balık, aynı meze, aynı masa, aynı manzara...

Aynı olmayanlar da vardı çok şükür...aynı olmayıp müthiş olanlar!!

Pansiyonun her yerindeki kitaplar ve kütüphane müthişti mesela...
Lobideki kocaman masa..
Hem yemeği, hem reçeli, hem temizliği yapan Esma Teyze müthişti...

Her akşam türkü söyleyen Karadeniz'li abi..ezan okunurken susan, kandilde rakı içen!!
Müthişti!!!

Eski yoldaşlardan Orhan Abi... 3 gün önce annesini kaybetmiş, neşesiyle, konukseverliği ile, sohbetiyle hiç hissettirmeyen...
Ama ne olursa olsun acısını bir anda sohbette paylaşma ihtiyacı hisseden:)
Kadınlardan korkan ve hiç teslim olmamış (evlenmemiş) Orhan Abi...

Terlikleri çıkarıp pansiyona girmek...
Tüm bir öğleden sonra, aşağıda çocuklara verilen piyano dersini dinlemek...
Koskoca bahçenin ortasındaki küçücük ayçiçeğine herkesin dikkat etmesi...
Müthişti!
Bahçedeki salıncağa sığışmaya çalışmak da;-)

Badem ağaçları, sabah yıkanan taş sokaklar, sokaklardaki tertemiz kediler, kocaman köpekler, rengarenk çiçekler, avlu kapıları müthişti!!


Datça bana öğretti...
Beni bana anlattı...
Farkettirdi...
Bana yol gösterdi...
Kafamı netleştirdi..
Mutlu etti...
Ve bitti...

Yarın evimdeyim:-))




29 Haziran 2016 Çarşamba

Kolay gelsin hepimize...

Araf...
Ennnn zoru...
Hastalıkta...mutsuzlukta...aşkta...niyette...

Denge...
Ennnn iyisi...
Hayatta...ilişkide...yemekte...içmekte...

Akış...
Ennn kolayı...
Dertte...tasada...kabulde...mutlulukta...

Akıl...
Ennn gerekeni...
Kurguda...sorguda...yargıda...kararda...

Duygu...
Ennn karışığı...
Görüşte...sevişte...gidişte...bitişte...

Niyet...
Ennn zorunlusu...
Krizde...kavgada...dalgada...yokuşta...

Hayat...
Ennn kutsalı...
Çıkışta...inişte...günahta...sevapta...

An...
Ennn gerçeği...
Acıda...hüzünde...sevgide...neşede...

Aşk...
Ennn vazgeçilmezi...
Dünde...bugünde...yarında...hayalde...

Karar...
Ennn sonu...
Seçimde...yolda...kaosta...kaderde...

Kolay gelsin hepimize;)










21 Haziran 2016 Salı

Keraat Vakti:-)

Aslında blog yazmaya başladığımda, ilk rakıyı yazarım diyordum:-) Ama herşeyi yazdım onu yazamadım bir türlü...
Kısmet bugüneymiş...

Kendisiyle ilk tanışmamız, ilkokul yıllarıma gider...
Burnuma bir mangal birde kavun kokusu eşlik eder...
Fonda Zeki Müren şarkılar söyler...
Kadehler dolar boşalır, her havaya kalkan boş kadeh bana görevimi söyler...

Babamın göğsüne her yattığımda duyduğum anason kokusu çocukluğumun kokusudur benim...

Ben kocaman bir kadın olup, rakı içmeye başladıktan sonra, içmeden önce, her seferinde koklarım rakıyı, bilirim her seferinde O bana eşlik eder:-)

Rakının altlığı, kafası, sohbeti, muhabbeti, sarhoşluğu, ayılması farklıdır diğer içkilerden benim için...

Bir kere ilk yudum ciddi bir adanmışlıkla başlar...
"Hadi neye içelim?"
Bir tek rakı içerken sorulur bu soru...tüm diğer içkiler "Şerefe!" ile kalkar...
"Sağlığa, mutluluğa, güzel günlere, bize, yaza, dostluğa..." artık her neye kalkarsa kadehler, masanın ve masadakilerin mevzusu odur o gece...
Birde sadece rakıya özel bir kelime vardır..."Yarasın!"
Ne için içiyorsak ona yarasın, bize yarasın, işe yarasın:-)

Kendinle yüzleşmeni sağlar rakı...Davan neyse masaya yatar...
Konu, rakı muhabbetinin eşlikçilerinden saklanmaz, saklanamaz, herkes herşeyi anlar...işin en güzel yanı ertesi gün unutur...
Kimse derdine "Seninki de dert mi?" diye yaklaşmaz, herkesin derdi olur derdin...
Beraber susulur, beraber ağlanır, beraber gülünür, beraber yaşanır...
En güzel yanı da budur aslında...içenleri bir yapar!

Keraat vakti, yani içme zamanı önemli bir an... Ne erken başlayacaksın içmeye, ne de geç...
Herşeyde olduğu gibi, rakı da zamanını bekler...zamanı geldiyse su gibi akar gider...

Kadınların ellerine çok yakışır rakı kadehi...kırmızı ojeli, kısa tırnaklı...nasıl olursa olsun...
O kadını rakı içmeyen kadınlardan ayıran bir tutuşu vardır, o kadının hayatta bir duruşu vardır...

Ayarında kalırsan sana hizmet eder,  kendinle yüzleştirir, gönlünü temizler, neşene neşe, kederine dost,  acına yoldaş olur...
Boğazından hayat gibi akar...

Rakının bir lügatı vardır; içinde bol  bol kelime saklar... Efkar...Gam...Hasret....Vuslat...Şükür...Hayat...Sefa...Sevda...Sıla...Mehtap....
Her kelime her yudumda içine dolar...

Ben rakı içen adamı severim, kalbini çıkarıp masaya koyan.
Rakı içen kadını daha çok severim, o kalbi alıp kendine katan... Rakı masasının mezesini, sohbetini, şıkırtısını, sesini severim... küçücük mezeler, kendinden büyük heceler saklar...


Benim soframdan geçmiş, kalbimi görmüş, olduğum gibi, olduğum kadar beni sevmiş, kendini açmış tüm dostlara selam olsun...
Bu yazı da sizlere gelsin...
Yarasın!!!








12 Haziran 2016 Pazar

Bu Ev Bu Bahçe...

Bir tatlı esinti var...Güneş bir tül gibi dokunuyor bacağıma...Lavantalarda tombul arılar, havada asılı örümcekler, dallara konup kalkan kırmızı gagalı kuş, ağaçtan sessizce düşen sarı yaprak, çimlerin üstünde kristal taneler gibi yanıp sönen çiğ, tatlı ve otsu bir koku günaydın diyor bugün bana..

Önce uzaktan sonra adım adım yakından gelen bir çıngırak sesi susturuyor arsız kuşları... Koyun sürüsü belli belirsiz bir ses çıkararak otların arasından geçiyor...

Her notadan ötmeyi nasıl biliyor bu kuşlar Allah aşkına??!

15 metre selviler bu hafif rüzgarla nasıl savruluyor acaba nazlı nazlı?

Az zorlasam denizin kokusu mu geliyor ne!!!

Narın çiçeğinin kırmızısı lavantanın moruna, yaprağın yeşiline, göğün mavisine nasıl yakışmış öyle...

Hangisi olsam acaba? Daldaki erik, havada uçan sarı kelebek, göçe hazırlanan bebek kuş, nazlı nazlı sallanan mis kokulu lavanta, kocaman, görkemli ortanca, upuzun selvi, asırlık zeytin ağacı, yavaşça ısıtan güneş, hafifçe esen imbat, havada asılı duran koku?

Her ağacın bir öyküsü var benimle başlayan...
Şu kayısının toprağına gübre attırmazdım Kaoş oynasın diye, bak en büyük ağaç o şimdi... Oğlumun enerjisi ile büyüdü...
Babam için diktiğim badem meyve verdi bu yıl, yiyemiyorum bir türlü...
Yerini değiştirdim diye bana küsmüştü süs narı biliyorum... Ama beni affetmiş gibi bu yıl...
Söğüt ağacımı arıyor gözlerim, onsuz ilk yazımız:-(
Şu benim boyumu geçen limon selviden önce orda olan akça ağacı da unutamadım bir türlü, haberi var mı utanmaz çamın bundan?
Şeftali arkada diye mi sürekli bitleniyor, ilgisiz mi kalıyor acaba?
Ama can eriği, ennnn sevdiğim, evimin sembolü olsun diye niyet edip dikmiştim, kimsenin haberi yok bundan, ondan başka:-)
Palmiyeler biliyorlar mı onları çok sevmediğimi? Çok üzgünüm, ne yapayım...

Bu ev, bu bahçe benim içimden geçiyor senelerdir... Bir hortum gibi kuytularımı yıkıyor...Beni dönüştürüyor...İyileştiriyor...

Toprakla, yaprakla, ağaçla, çiçekle, kuşla, böcekle, kelebekle, karıncayla, güneşle bir oluyorum..

Durmanın, olmanın tadını çıkarıyorum...

Yaşamdayım, kendimleyim, andayım...

Mutluyum, eni konu mutluyum...

Benimle konuşuyor evim ve bahçem... Bana hep umut veriyor, kendi özümü gösteriyor, kendimi görmemi, sevmemi, kabul etmemi söylüyor..

Beni onaylıyor her daim...

Yaşamın bir parçası olduğumu hatırlatıyor...hem çok önemli hem bir o kadar sıradan...

İşte buranın sırrı bu...

Yuvanın sırrı bu...

Değil mi?











8 Haziran 2016 Çarşamba

Ağrıyan Diş:-(

Bu yaşta öğrendim diş ağrısı neymiş!!
Nerdeyse bir haftadır beynimi oyan 20 yaş dişini dün çektirdim!!
Davul gibi bir yanak, yaralı bir dudakla estek köstek yaşamaya çalışıyorum...

Testere gibi bir aletle parçalayarak çıkardı dişi doktor...direndi kökleri çıkmaya...
Zaten benim olayım bu bilen bilir, ağrısada benimdir!
Hiçbir şeyden kolay vazgeçmem hayatımda..
Kendimle bir kez daha yüzleştim dişimde:)
Birde başka bir dişi ağrıyor sanıyormuşum, adres şaşırtmaca:)
Bunu da yapar mıyım acaba?;-)

Ağzım yarılacak kadar açık, baş aşağı, 4 el ve bilimum alet edavat ağzımda, beynimi oyan bir testere sesi ile geçen 1 saatin sonunda diş ağrım bitti...
Bedeli neyse ödersen, acı bitiyor...hep derim içinden geçmek lazım!

Ama bugün acayip depresifim... Yemek yiyemiyorum...Dişimin şerefine içemiyorum... Dışarı çıkamıyorum...
Evde Kaan ve Adviye, yanakta buz...
Başka bir bedene ve dünyaya kaçmak istiyorum...
Ne yapsam ruhumu toparlamaya yetmiyor bugün:-(

Diyeceğim odur ki şimdi 2 dikiş, şiş yanak ve ılık çorba arasında acısız ve ağrısız yaşıyorum...
Yine de mutsuzum...bomboşum...acıyorum:-(


30 Mayıs 2016 Pazartesi

Küçükcük şeyler...kısacık bir yazı...

Küçücük şeyler var hayatta!

Çocuğunun ışıldayan gözleri!
Ensesindeki koku, gözündeki buğu!
Rakının ilk yudumu!
Gece susayınca bir bardak su!
Denize batan güneş, yüreğe işleyen şarkı!
Çimlerde ışıkla gölgenin dansı!

Anneni özlemek yokken!
Bir hayata dokunmak, bir insanda kendini görmek aniden!
Yanında ne olursa olsun duracak o tek insan! Yıllara rağmen!

Önümüzün yaz olması!
Geceleri yıldız yağması!
Denize vuran yakamoz, yakamoza vuran kürek!
Sabah kahvaltısında yediğin tereyağlı ekmek!
Kısacık bir yazı yazmak istemek aniden!

Küçücük şeyler, hayatını tekrardan var eden:-)








8 Mayıs 2016 Pazar

Anne Olmak:-)


Hiçbir şeyi bu kadar istememiştim bu güne dek...
Anne olmak kadar!!!

O zamanlar anneliği pandispanya ayaklar, tombul yanaklar, lokum lokum dudaklar, mis gibi bir süt kokusu, gülücüklü sabahlar, kocaman sarılışlar, sessiz dokunuşlar, upuzun öpücükler falan sanırdım...
Geçip karşısına bebeğimin seyredip seyredip hayran kalacağımı, eserime bakıp bakıp ne keyif alacağımı düşünürdüm...
Beni hep seveceğini, hep yanımda duracağını...
Onun için en iyisini hemen bulacağımı...
Ne şahane, ne güzel bir anne olacağımı...
Anne olunca herşeye yeteceğimi sanırdım...

Öyle olmadı!

Sürekli bir sorgu hali, kesintisiz bir uğraş, sonsuz bir kaygı...
Gözümde akmaya hazır kocaman bir yaş..
Kalbimde ne idüğü belirsiz bir genişleme...
Yüz kaplan gücü bir kuvvet...
Gözü kör bir cesaret...
Hiç vazgeçmeyeceğim, nefessiz kalsamda bırakmayacağım bir koşu...
Hata yapma korkusu..
Bir kokuyla mest olma, bir gülüşle sarhoşluk...
Çaresizce bağlılık...
Hep bir kendine yetememe, hep bir kendini beğenmeme hali..
Çıkışı olmayan bir yol...dimdik bir yokuş..
Kendi hayatından vazgeçme, koşulsuz teslimiyet...
En kuytu, en gizli yerlerinle yüzleşme...
Hiç sonucu öğrenemeyeceğin bir sınav heyecanı...
Yeniden yeniden yeniden başlama gücü...
Kendin bitmişken, başka bir insanı dik tutma yeteneği...
Yoktan varolan bir aşk, annelik!!!

Bilseydim yaşayacaklarımı yine de istermiydim bu kadar anne olmayı diye kendime dürüstçe soruyorum şimdi..
Cevabım hiç değişmiyor!
Evet!!

Bir çift yuvarlak, cin gibi, kahverengi göz geliyor aklıma...
İlk günden sonsuza kadar bana mühürlenen...
Göz göze geldiğimizde her zaman içime içime akan...
Ne istediğini, ne yaptığını, neden korktuğunu, ne hissettiğini hiçbir soru işaretine yer bırakmadan bana, yalnızca bana söyleyen...
Bana inanan, bana güvenen...
Yuvarlak, derin, anlamlı bir çift göz...benim içimden çıkan:-)
İşte herşey o bir çift güzel göz yüzünden:-)

Kutlasalar ne olur bugün anneliğimi, kutlamasalar ne olur?
Ömrüm feda oğluma, kurban olurum ben ona...
Gözleri gözlerime değdikten sonra:-)













4 Mayıs 2016 Çarşamba

Elbet Bir Gün Buluşacağız...

Önce korktuğum, sonra aşık olduğum, sonra çekindiğim, sonra kızdığım,  sonra küstüğüm, sonra anladığım, sonra dost olduğum ama hep sonsuz ve sınırsız sevdiğim adam...

Babam!!

Hiç yıkılmayacak, düşmeyecek, pes etmeyecek, ölmeyecek tek insan...

Ne olursa olsun içimdeki güce ve kendime inanmayı öğretti bana...
Herşeyin geçeceğini, suyun yolunu bulacağını...
Her günümü dolu ve kaliteli geçirmeyi...
Bok boklavat(!) insanlarla vakit öldürmemeyi...
Yüreğimi dinlesem de aklımı unutmamayı..
Yemeyi, içmeyi, sarhoş olup, ayılmayı...
Kendim olmayı, kendimi kayırmayı...
Adabıyla gülmeyi, edebiyle eğlenmeyi...
Götü başı oynamamayı...
Dostlarıma karşılıksız vermeyi, kazık yemeyi;-)
Yalan söylememeyi, söyleyince bedelini ödemeyi...
Politikayı, hayatı, insanları...
Küfür etmeyi...
Araba kullanmayı...
Yeniden başlamayı...
Ondan öğrendim!!

İçimdeki enerji, gözümdeki bakış, konuşmamdaki etki ondan yadigar:-)

Oğlum geçen gün "Senin gülüşünü seviyorum Anne! Sen gülünce herşey hallolacakmış gibi geliyor!" dedi..İşte o da ondan:-)

Yıkılsam da, üzülsem de, öyle bir ezik, öyle bir çaresiz, sevilmemiş, istenmemiş hissetsem de.... Dimdik duruşum ve çaktırmayışım da ondan...

Herkese dokunacak bir laf bulmam, hayatlara dokunmam da...

Ne derse inanırdım, ne yapsa güvenirdim ben ona...
Hiç unutmam Kaan'ı doğurduğumda, çok kötü depresyondayım..."6 ay sonra bambaşka bir hayatın olacak, herşey geçecek, korkma!" dedi... Ona bile inandım, sanki daha önce doğurmuş gibi:-)

Ölüme bile inanıyorum şimdi, çok enteresan... O yaptıysa fena birşey olmasa gerek!

Şerefine içeceğiz bugün Baba, bir Zeki Müren patlatacağız...
"Ruhu şad olsun!" diyeceğiz, seni anacağız...
Dokunduğun hayatlardaki, bıraktığın izleri konuşacağız...
Tabii biraz ağlayacağız!
Sonra güleceğiz...
Ve elbet bir gün buluşacağız...

Bir gün buluşacağız!

15 Nisan 2016 Cuma

Rüya


Dün gece rüyamda karanlık bir ormanda, bata çıka, tırmana, düşe yol bulmaya çalışıyordum.
Yoksa birşeyden mi kaçıyordum, tam hatırlamıyorum.
İki kaya parçası arasından geçmem gerekiyordu; önümde kim olduğunu bilmediğim bir karaltı, boğazını kayanın bir yerine denk getirip geçti...
Ben de aynısını yaptım, ama olmadı.
Sıkışıp kaldım boğazımdan..
Kan ter içinde uyandım...
Yaşadığım duygu nefessiz kalmak, kaçamamak, hareket edememekti!

Uyandıktan sonra epey bir düşündüm...
Hayatımda şimdiye kadar hiç yapmadığım birşeydi bugüne kadar, geçemeyeceğim deliklere meyletmek...
Ennn korktuğum gerçekle yüzleştim, herkesin geçebildiği yerde takılıp kaldım!
Çok korktum!!!

En büyük korkularımızın, en büyük sınavlarımız olduğunu görecek kadar biliyorum hayatı..
Bir gün gelip, iki kaya arasında, boğazımdan takılıp kalma ihtimalimi de:-)
Bundan kaçamayacağımı da...
Bilmediğim burdan nasıl çıkacağım?
Nerde takılacağımız belli çoktan aslında...
Asıl iş takılmakta değil, kurtulmakta...
Onun için gelmedik mi bu dünyaya?

Hareket mi etmeli yoksa durup yardım mı beklemeli?
Üstüne mi gitmeli, içine mi kaçmalı?
Yolunu mu değiştirmeli, elindekini mi tutmalı?
Yeniden mi başlamalı, geriye mi bakmalı?
Kenarda mı durmalı, içinden mi geçmeli?
Karar mı vermeli, akışa mı uymalı?

Hangisi doğru?

Provası yok hayatın, bütünlemesi de...Başa gelmeden bilmek, yüzleşmeden öğrenmek mümkün değil kendi gerçeğimizi...
Kendini, yalnızca kendini sağlam tutmaktan başka çare yok...
Sezgilerine güvenmekten başka yol yok...
Korkunun ecele faydası yok...
Yaşamaktan başka çıkış, göze almaktan başka çözüm yok...
Sıkışıp kalmadan, kendi yolunu bulmadan yaşam yok!!!








2 Nisan 2016 Cumartesi

Bugünlerde neler yapıyorum?:-)




Durmak, susmak, dinlemek, beklemek, bırakmak, akışa bırakmak, hissetmek, deneyimlemek...
Bu günlerde yaptıklarım:-)
Hareket etmek, konuşmak, anlatmak, inisiyatif kullanmak, planlamak, analiz etmek, gerçekleştirmek üzerine kurduğum, kurmaya çalıştığım hayatın ve ezberimin tam tersi...

Erken kalk, planla, konuş, koş yoksa sıkılırsın diyen iç sesime "Dur!" dedim..
Gittiğim eğitimler dışında hiç plan yapmıyorum...
Hiç saat kurmuyorum...
Hiç geç kalmıyorum...
Hiç eksik yapmıyorum...
Hiç ertelemiyorum...
Hiç lafı gevelemiyor, hiç kontrol etmiyorum...

Çokça okuyorum, bolca geziyorum...
Kendimle kalıyorum...
Gelecek için plan yapmıyorum...
Aklımı değil kalbimi  dinliyorum...
Duyduğum zaman da ritmine uyuyorum, hayatla dansediyorum!!

Kendi sesimi duyuyorum, kendi ritmimi buluyorum!
Zorunluluklar, planlamalar, kısıtlamalar, düzenlemeler, analizler, sentezler, kurulan ve bozulan dengelerle geçen 23 yılın sonunda...
İlk defa gerçekten çalışıyorum...

Kendimle başbaşa kalıyorum.
Uzun uzun araba kullanıyorum.
İzmir'in her yolunu, yoldaki ağacını, kaldırımdaki taşını, havasındaki kokuyu, sabahındaki buğuyu keşfediyorum..
Caddenin seslerinden günün hangi saati olduğunu çıkarabiliyorum...
Sabah saat tam altıda öten kuşu...
Siklamenlerimdeki tombul arıları...
Daha önce bahsettiğim mahallenin kara köpeğinin nerelerde uyuduğunu biliyorum!

Hayal kuruyorum!!!
Hem de çok!!!
Olmak istediğim gibi değil, tam olduğum gibi olduğum hayaller...
Masal okuyorum...
Dilek tutuyorum...
Yeni insanlar tanıyor, tanıdıkça seviyorum...
Koçluk yapıyorum yavaş yavaş... Yol açıyorum...
Çok ders çalışıyorum...
Öğreniyorum!!!

Yersiz, yurtsuz, bağsız, adressiz, ünvansız, maaşsız, işsiz;-)
Hiç olmadığı kadar güzel, hiç bilmediğim kadar keyifli, hiç tecrübe etmediğim kadar mutlu yaşıyorum:-)












28 Mart 2016 Pazartesi

Kendi sesimi duydum ben...

Çok acayip bir şeymiş:-)

Bir değişik ses...
Benim aksime çok konuşkan değil.
Sabırlı, sürekli gülümsüyor ve kendinden emin!

Duydukça söylediklerini, hayatta durduğum açı değişti.
Çooook sevdiklerimi daha iyi anladım.
Hiç tanımadıklarımı çok sevdim.
Hayran oldum, şaşkın oldum.
Ne kadar desteklemiş hayat beni, ne çok beslemiş, ne kadar şanslıymışım gördüm.
Seçenekler arasında gezindim durdum..
Ne istersem yaratacağımı bildim.
Kendimi zincirlerle bağlı hissettiğim her durumda aslında özgür olduğumu, sınırsız seçimimin olacağını, bu seçimlerin de imkansız olmayacağını keşfettim.
"Ben"oldum, "beni" gördüm, valla bayağı da sevdim.

Hayatın akışında, kendimle mutlu, her insana ve içimdeki ışığa güvenerek akarsam, dünyamın ne muhteşem bir yer olacağını farkettim..ışıl ışıl bir hayatın mümkün olduğuna inandım.

Niyet ettim ışığımı her daim göstermeye, başkalarının ışıklarını görmeye...

Belki de hayatımda ilk defa, "kendimi anladım!"
Muhteşem bir şeymiş!

Çok mutluyum:-)


13 Mart 2016 Pazar

İyi ki varsınız...

Ayrılıklar, vedalar, hesaplaşmalarla dolu bir hafta...
Hani insanın tüm yaşamını masaya yatırıp fotoğrafını çekmek ve orada saklamak istediği anlar vardır ya..
Ne kalmış elimde hesaplaşması değil ama...
Ne yaşamışım merakı...
Tam onu hissediyorum...
18 yıllık işimden ayrılıyorum bu hafta...

İçimde bana en iyi gelen eylem "atmak"...
Dosyaları atmak, ajandaları, yazmayan kalemleri, eski defterleri, sözleşmeleri, ucu kırık cetvelleri, kartvizitleri, kıyıda köşede kalmış ilaçları, bozuk paraları...
Bilgisayardaki dosyaları, telefondaki numaraları...
Evimdeki elbiseleri, dolaplardaki oyuncakları, yüklükteki battaniyeleri...
Sırtımda taşıdığım herşeyle düşünmeden vedalaşıyorum...

Düşünürsem yapamayacağım, batarsam çıkamayacağım çünkü...

Yıllar süren alışkanlıklarımızda şöyle bir sıkıntı oluyor; bir müddet sonra biz onları seçiyor muyuz hala, yoksa onlar mı bizi bırakmıyor, yakamızdan yapışıp bizi yere çekiyor ayırt edemiyor insan...
Işıltılı ama belirsiz bir gelecekle, tanıdık ama loş geçmiş arasında bir seçim yapamıyor...
18 yıl önce neydim, şimdi neyim, ne kattı yıllar bana, ne kadar güçlendim bilemiyor...
Elinde ne kaldı kestiremiyor...

İşte aynı pirincin içinden taşları ayıklar gibi ayıklıyorum, eliyorum, atıyorum fazlalıkları..
Tam bu yüzden...
Ne kaldı bana, ben ne oldum yıllar sonra diye...

Tecrübesizdim...gençtim...yeni evliydim...çok mutluydum...heyecanlıydım...
Demini almamış çay, olgunlaşmamış meyve, buharını çekmemiş pilav, tuzu konmamış salata gibi...
Anne değildim, daha çok evlattım hayatta...
Eş değil sevgili...
Dost değil arkadaş...

Köşelerim sert, acılarım azdı...
Hayatla nasıl baş edeceğimi bilmiyordum...
Herşeyin geçeceğini bilmiyordum...
Yılların insanları kendinden ne kadar uzaklara savuracağını bilmiyordum daha...
Sınavımın ne olduğunu da...
Düşersem yaramı kim sarar, yanımda kim durur bilmiyordum...

Şimdi biliyorum...
Tökezlesemde kalkmayı, yalnızca kendime kalmayı...
Kendimden çok daha fazla bir insanı sevmeyi, anne olmayı...
Herşeye hatta kendine rağmen devam etmeyi, eş olmayı...
Kendinin en karanlık taraflarıyla yüzleşip, tekrar ışığa dönmeyi biliyorum...
Geçeceğini biliyorum...
Öleceğimi biliyorum...
Sınavımın ne olduğunu, içinden geçmezsem o sınavı veremeyeceğimi de biliyorum...
Yanımda kim kalacak, ben en sonunda kime kalacağım biliyorum...

Bu yolu yalnız yürüyemeyeceğimi, kendimi aynada göremeyeceğimi biliyorum...
Bana ayna olan insanları hep seveceğimi de...
Yollarımız ayrılsa bile, arkamda desteğini her zaman hissedeceğim insanları da biliyorum...

Bütün iç hesaplaşmalarımın çıktığı tek bir yer var aslında...

Benim içimdeki rengi, gözümdeki ışığı gören...
Duymasada anlayan, bakmasada bilen, yüreğimi hisseden...
Dün akşam beni uğurlamaya gelen, gelemesede yanımda olduğunu bildiğim tüm dostlarım ve ailem...

İyi ki varsınız:-)

Hepinizi alıp kalbime koymak ve orada tutmak istiyorum...















4 Mart 2016 Cuma

Yürüyen Merdivenler...


Bugünlerde olayım yürüyen merdivenler!

Acayip mutlu oluyorum...

Ben duruyorum, hayat akıyor merdivenlerde...

Manzara da değişiyor üstelik, bir aşağıdasın bir yukarda...
Birşey yapmadan ulaşıyorsun gideceğin yere birdenbire..
"Birdenbire" hooop diye...

Araba kullanmayı da seviyorum mesela bu günlerde...
Biniyorum arabaya, açıyorum müziği, öylesine gidiyorum...
"Öylesine" ne güzel laf yahu;-)

Gökhan koşu bantları ile ilgili duygularımı sordu az önce...
Elbette benim olayım değiller!!!
Ben durmak istiyorum, etraf değişsin bu arada...
Koşu bandında senin dışında herşey duruyor, sen telef oluyorsun anasını satayım:-)

İkinci önerisi trendi...
O da raylara çok bağımlı, arada inip binemiyorsun...
Değil keyif almak, kendimi atmak istedim..

Ben zaten yalnız ve boş boş merdivenlerde takılmak istiyorum:-)
Bir aşağı, bir yukarı, bir aşağı, bir yukarı;-)

Önerilere kapalıyım şimdilik...
"Şimdilik" de iyi lafmış bu arada...

Bazı yürüyen merdivenler, çok dik ve yüksek..
En çok onları seviyorum...
Bindiğine değiyor...
Yüreyerek daha hızlı çıkacağın merdivenin, yürüyeni mi olurmuş canım:-)

Neyse kolay mutlu oluyorum en azından...
"En azından" bayağı sağlam mutluluk içeriyor dikkat edin...
İyi lafmış ben söyleyim:-)

Hayırlı işlerrrrr;-))







3 Mart 2016 Perşembe

Durmak!!!



Güçlü bir duruş ve başarının formülü var mı bilmiyorum ya da mutlu bir hayatın..

Ama şunu biliyorum, kendini oradan oraya savurmamanın, içindeki terazinin dengesini bozmamanın, istemediğin durumlara düşmemenin, içini karıştırıp karıştırıp, kendi yarattığın fırtınada boğulmamanın formülü var!

Çokta basit aslında!
Anda yaşadığın her neyse-bir öfke, bir hayalkırıklığı, bir acı, bir çaresizlik, bir aşk, bir aldatma, bir kayıp, bir son, bir beklenti- her neyse; sonsuza kadar sürmeyeceğini farketmek ve "durmak"...
Sadece durmak ve geçmesini beklemek..
Geçip gitmesini, geride kalmasını...

Çünkü durmak sakinleştiriyor.. farkettiriyor.. güçlendiriyor.. teselli ediyor..

Durmak, ne kadar güçlü olduğunu bilmene sebep oluyor...

Bütün cevapları teker teker duymana sebep oluyor..

Kendine kalmana, kendini bulmana, kendine yetmene, kendini sevmene sebep oluyor..

Hem kendi duygularını, hemde başkalarının tepkilerini kontrol etmene sebep oluyor...

Genellikle tam tersini yapıyordum ben.
Başıma bir sıkıntı geldiğinde, biriyle tartıştığımda, hayatta takıldığımda, çözümsüz kaldığımda...
Hareket ederdim!
Ya üstüne giderdim, ya da dönüp kaçardım!!
Çoğu zaman kaçardım!
Çünkü durmak en zoru, ennnn zoru...

Avazımız çıktığı kadar bağırmak, hıçkıra hıçkıra ağlamak, duvarları yumruklamak, vurup kapıyı gitmek istiyor insan...
Hızla giden bir trenden düşünmeden atlamak gibi bir his...
Bıçağı çekip savurmak gibi..
Suratına tükürmek gibi..
Yalvarıp yakarmak gibi bir his duyarken durmak zor oluyor..

Ama gerekiyor!!
Bende duruyorum...
Bekliyorum...
Sesimi, cevabımı duymayı, yolumu bulmayı, gerçekten istediğimi görmeyi...
Sadece kendimi bilmeyi...
Bekliyorum:-)

Ve eni konu güçlü, derinlemesine mutlu, oldukça da başarılı hissediyorum kendimi...
Hiç olmadığım kadar:-)







28 Şubat 2016 Pazar

Cemreler ve Hayatın Anlamı:-)

İkinci cemre düşüyor bugün...Suya hemde...
Eni konu mutluyum yahu...

Bu cemre dediğimiz nedir sizce?
Büyü mü? Enerji mi? Doğa mı? Umut mu?
Hepsi mi yoksa?
Belki biraz hepsi ama benim için başka bir anlamı daha var cemrelerin..
Benim için, içimde gitmek istediğim yere, varmak istediğim sonuca yaklaştığımı gösteren küçük kavşak noktaları cemreler...
Hayata atılan "check" işaretleri.

Geçen hafta cemre düştü ve havalar soğudu mesela, pek çok kişi alaya aldı cemreyi..
Bense ne olursa olsun o anda, yaza doğru kocaman bir kavşağı geçtiğimizden emindim...
İstediği kadar soğuk havalar, fırtınalar, boralar olsun...
Kara görünmüştü:-)

Kocaman bir ışık topu olarak hayal ediyorum suya düşen cemreyi..
Havaya düşen kırmızı bir kor alev topu...
Toprak ise yusyuvarlak beyaz çiçekli ve bolca yapraklı bir çiçek topu...

Hepsinin düşme saati var...
Mesela havaya akşamüstü, alacakaranlıkta düşüyor...
Suya tam geceyarısı...
Toprağa ise güneş doğarken...

Ne kadar isterse istesin insanlar, bir türlü görememişler cemrelerin düşüşünü, o yüzden unutmuşlar ve inkar ediyorlar sanırım...
Her mevsim aynı sıcaklıktaki ortamlarda, iniş çıkışsız hayatlar yaşamaya başlamaları tam da bu günlere denk geliyor olsa gerek...

Ama birşey diyeceğim...
Ben biliyorum;-)
Her gecenin sabahı, her kışın bir baharı, herşeyin bir zamanı olduğunu...
Biliyorum yazın geleceğini...

Çünkü cemrelere, güneşe, aya, yıldızlara, ağaçlara, çiçeklere, toprağa, suya ve doğaya inanıyorum...
Herşeyden çok:-)

20 Şubat 2016 Cumartesi

Cemre...Hayat...Herşey...



Olup bitene aldırmadan değişiyor mevsimler bakın..
Tam zamanı gelince..
İlk cemre düşüyor havaya bugün, yaşasın!!!

Olacak olan oluyor engellenemez biçimde, hiçbirşeye aldırmadan..
Tam soğuğa, kara, kışa alışıp kalın hırkaların içinde, sıcacık evlerimizde, dumanı tüten kahvelerimizi almışken..
Elimizdekilere sarılıp, güvenli hayatlarımıza dalmışken...
Hoooop ilk emir gibi düşüveriyor ilk cemre...

Soyun diyor...
Üstüne fazladan aldığın kıyafetlerle, benim diye sarıp korumaya aldığın herşeyle bir hesaplaş bakalım..
Yalınayak kal...
Dünya toprağına ayaklarınla bas, hisset, onun için gelmedik mi hayata...
Güneşte kavrulmak, yağmurda ıslanmak, rüzgarda dağılmak, soğukta üşümek için...
İçimizdeki dönüşümlerle yüzleşip aynı hayata sıkışıp kalmamak için...
Ne yaparsak yapalım doğa yapacağını yapıyor...
Bize de kabul etmek kalıyor...

Daha önce yapmamış olmak demek, yapamayacağımız anlamına gelmiyor..
Korkmak sonucu değiştirmiyor...

Kristal bir vazo gibi koruyup sakındığımız hayat tuzla buz oluyor...
İçinden küçük küçük yıldızlar çıkıyor...

Herşey geçiyor... Hayat kalıyor...

15 Şubat 2016 Pazartesi

Masallardaki gibi...

Masallarla haşır neşir bir iki gün geçirdim...
Kendi masalımı buldum...

Acılı ama doğru yolla, keyifli ama yanlış yol arasında durduğumu gördüm...
Seçtiğim yanlış yolların beni bugünkü ben yaptığını...
Soru sormaya, sorgulamaya başlayınca değişimin başlayacağını...
Bu oyunda ne yaparsam yapayım , sonumu benim seçeceğimi...
Yolların uzun, kısa, doğru, yanlış olmadan aynı yere çıkacağını..
En büyük düşmanımızdan doğacağımızı...
Gördüm...

Ama en çok kendi cesaretime şaşırdım...
Zannettiğim kadar korkak, değişmez olmadığımı görmek şu hayatta yaşadığım ender yüzleşmelerdendi...

Bir karar anında ennn içime dönüp baktığımda, o kararı çoktan verdiğimi..
Her koşulda kendime, yalnızca kendime kaldığımı..
Koşullar ve durumlar ne olursa olsun bir tek kendime ihanet etmemem gerektiğini gördüm...

İçimdeki insanı...
İçimdeki hayvanı...
İçimdeki çocuğu buldum...

En kötü zannettiğimiz anların en iyilerine gebe olmasını umut etmek istiyorum...
Masallardaki gibi...







30 Ocak 2016 Cumartesi

Hayal deyip geçmeyin...

Ne zaman hayal kurmayı gerçek dünyaya indirgedik o zaman yaşlandık aslında...

Hayallerimiz bir evle, arabayla ne bileyim çocukla, tatille ya da yeni bir eşyayla sınırlandı...o zaman..

Eskiden çok eskiden, olması mümkün olmayan hayaller kurmakta hiç sakınca görmezdim kendi açımdan...

Mesela görünmez pembe kanatlarım olduğunu düşünürdüm...pencerenin pervazının at olduğunu, panjur ipine sıkıca tutunursam atın hızlana hızlana uçabileceğini...

Alaaddin'in lambasından çıkacak cinden ben olsam ne isterdim diye etraflıca düşünürdüm..

Çok ünlü bir rock şarkıcısı olduğumu ve konser programı sırasında İzmir'e gelip arkadaşlarımla buluştuğumu...

O çok hoşlandığım çocuğun ağır bir trafik kazası geçirdiğini ve beni sayıkladığını:-) Ben yanına gidince iyileştiğini...

Kışları karavanda, yazları teknede yaşadığımı...Bu hayalin en bomba kısmı sevgilimin Don Johnson olmasıdır,  ki bunu yazıp yazmamakta tereddüt ettim:-)

Bulutların üstünde bize bakan canlıların olduğunu ve yürüyebildiklerini...

Kedilerin, köpeklerin ve kuşların geceyarısından sonra konuştuklarını...

Benim odamın dolabında çok korkunç bir yaratığın yaşadığını ...

Bir deniz kızı olduğumu...çölde bir kraliçe olduğumu...ip atlarken atlet, dansederken kantocu olduğumu,  artistik patinajda buz pateni birincisi olduğumu...ve sıkı durun Emel Sayın olduğumu bile hayal etmişliğim vardır...

Sonra tabii çok aşık olacağımı ve hiç geçmeyeceğini...

Bir oğlum, bir kızım olacağını...

Hiç normal anne babalar gibi yaşamayacağımızı...

Çok güçlü, çok mutlu, çok güzel ve büyülü bir hayatım olacağını...

....

Hayaller mühim, en az duygular kadar.. Mümkünse imkansız olanları en güzel...

Aslında o zamanda bilirdim tüm bunların olmayacağını...ama bu hayal kurmamı engellemezdi...

Olması gerekmezdi...

Varlığı kadar güzel, keyfi kadar genişti hayal dünyam...

Sadece bana ait, içinde herşey olabileceğim bir diyara yolculuk gibiydi hayaller...

Evvel zamanın içiydi, Kaf Dağının ötesiydi..

Eksiksiz, kusursuz, tastamam...

İşte tam onlardan vazgeçtiğim zamana denk geliyor...

Yaşlanmam...







24 Ocak 2016 Pazar

Annem:-)

Babamı tanıyanlar beni ona çok benzetir... Duruşumu, konuşmamı..
Doğrudur... Doğrularımı söyleme şeklim, konuşmalarım, ikna kabiliyetim çok benzer babama..
Ama içimde susanlar annem..

Herşeyi hallederim ben, her durumdan çıkarım..kendimle kavgamı çok yansıtmam dışarı..Zor durumlarla baş ediyormuş gibi durmam çok benzer babama..
Ama beni içimdeki çıkmazdan çıkarabilecek tek ses annem...

Ben gürültülü bir insanım sonra... Sevmem de kızmam da üzülmem de çok seslidir..
İçimdeki sesleri tek tek duyup, her birine cevap veren annem...

Olduğum herşey babama benzer...olmak istediklerim annem...

Bazen çok sıkıcı bulurum annemi, çok katı, çok değişmez...dağılmama, yayılmama izin vermediği için kızarım ona...ihtiyacım olan tek şey sınırlardır oysa.. İhtiyacım olan herşeyi
veren annem...

İnişli çıkışlıdır, virajlıdır hep benim seçtiğim yollar...yolu doğru seçsemde, aklım karışıktır biraz..Hiç sevmem önümü görmeyi... Heyecan isterim, macera isterim, risk alırım bütün ilişkilerimde...
Aslında sebebi annem...
Çünkü bilirim herşeye rağmen arkamdaki gücünü..

Biz birbirini tamamlayan puzzle parçaları gibiyiz... Bendeki boşluğu dolduran öbür parça, annem...

Çok sarılmaz, çok öpüşmez, çok belli etmez sevgisini bana... Beni hayatta en çok seven annem...

Orta yolu seçer bütün ilişkilerinde, yüz göz olmaz kimseyle, küsmez de, şaşmaz da... Nasıl bütün duygularını kontrol ettiğine çok şaşarım... Hiç mi sıkılmaz derim kendi kendime... Yalnız kalıp sıkılan ben olurum çoğu zaman... Ömürlük dostları olan annem...

Hep dengededir...Dalgalanmaz, batıp çıkmaz... En kötü ne yaparım dediğim zamanlarda, ne yapacağımı bilmeme sebep annem...

Ben zor bir sınavım onun için biliyorum.. Hayattaki pek çok diğer sınavı gibi...

İçimde annemin bıraktığı izlerle, dışımdaki beni dengelemek de benim için zor...

Ama ne kadar fener alayı gibi yaşarsam yaşayayım hayatı, içimdeki ışıkları yakan annem...

Thank you Mom:-)


14 Ocak 2016 Perşembe

Gündem



Dün Kaan'ın düşüp gözünü vurmasıyla, benim kalbimin durması arasındaki bağlantının kesinleşmesi dışında kendimle ilgili farkettiğim yeni birşey yok..

Okuduğum kitap bitmiyor, gözümü uyku tutmuyor...

Gece oluyor, gündüz oluyor benim dünyam dönmüyor...

Depresif yaşam tarzına aykırı bünyem ne halt edeceğini bilmiyor?

Bir Boğa olarak pek çok zevk yemeye içmeye dayanıyor... Son yıllarda üstüme yapışan ve gitmek bilmeyen 3 kilo ruhumda 13 kilo çekiyor...

Otomatiğe bağlı yaşamak fena halde canımı sıkıyor...

Paralel evrenlerde, memleket yanıyor, içimdeki insan tükeniyor...

Rağmenli, keşkeli, çünkülü cümleler kafamda birbirini kovalıyor...

Yorgunum...

Geçecek elbet biliyorum..

Ama içime kaçmak istiyorum....

7 Ocak 2016 Perşembe

Vazgeçemediğim eskiler...Baktım da ne hüzünlüler...




Ordan burdan kısa kısa yazılarım vardı, bloğa koymasam içime sinmezdi...Daha çok var ama aşağıdakilerden vazgeçemedim... Ortaya karışık az az benden😉😉😉


Bazen içimden babam çıkıyor. Özellikle Kaan'la konuşurken, özellikle o üzgünken, destek ararken,ne yapması gerektiğini bilmezken, duyguları karışıkken, kendini yalnız ve zayıf hissederken...
Sanki ben çok güçlüyüm gibi, sanki herşeyi hallederim gibi, çok kolay olacak gibi, herşeyi bilir herşeyi yönetir gibi, sihirli bir değnek gibi, aslan gibi, kalkan gibi...tam onun gibi...ve şunu farkediyorum ki, o da korkarmış❤️
.....

Açıp bakınca içine tüm insanlar aynı aslında... Acıya acıya, kanaya kanaya, bölüne bölüne bir hal oluyoruz ya bazen...Bir duvarlar örüyoruz etrafımıza, bir karizma, bir kontrol... Kasmayın çok, aynı yıldızın tozuyuz, aynı toprağın çocuğuyuz... Ne kadar açılırsak o kadar güçlü olmamızın nedeni, içimizdeki aynalardan yansıyan, karşımızdakinin sureti...

.....

Hayat geçiyor... Bayramlar, tatiller, doğum günleri, ölüm günleri, acılar geçiyor...Yaşlar geçiyor, yaslar geçiyor...İnsan inceliyor, azalıyor, eksiliyor ve devam ediyor... Geride durmayı, arada kalmayı, sıradan olmayı, yıkıntılar içinde kendini bulmayı öğreniyor... Nereden yara aldıysa tam oradan güçleniyor.

.....

Keşke bildiklerimizi yapabilsek, söylediklerimizi duyabilsek, kırdıklarımızı onarıp, cesaret edip yürüyebilsek...ne olduğumuzu, ne kadar olduğumuzu, herşeye rağmen tam olması gerektiği gibi olduğumuzu görebilsek. Bir ayna olsa, gerçeğimizi tam olarak yansıtsa yüzümüze... Kaçımız hazırız görmeye?

.....

Nihayetinde hiç kimseye hiçbir şey olmuyor...sular akıyor yolunu buluyor...dünya dönüyor durmuyor...yaralar iyileşiyor, izi bile kalmıyor...hiç olmamış gibi oluyor herşey, hiç yaşanmamış gibi oluyor hayat...Sadece derin, keskin bir kalp burukluğu kalıyor geriye, işte ona da "insan" deniyor...

.....

Öyle bir ezilmişsem, üzülmüşsem, kısılmışsam hayata...hiçbir işe yaramamış, bir arpa boyu yol alamamışsam...nerden başlayacağımı bilmiyor, nerede duracağımı görmüyorsam...Hani en doğrusunu yapayım derken, yanlışımı ıskaladıysam...dünya doğru, ben yanlışsam...İçimdeki beni duydum, bana en iyi ben geliyormuşum... Anladım...

.....

Güzel şeyler var hayatta... Seni görünce zıplayan bir çocuk...kahvenin yanında çikolata...çime basan ayaklar... Annenin zeytinyağlı dolması...sonbaharın kokusu..yeni bir kitabın ilk sayfası..eski bir hesabın son perdesi...gözünün içine bakan bir çift göz...var var.

5 Ocak 2016 Salı

İlk yazı...

Merhaba...

Evet biraz süslüyüm, saçlarım kırmızı...biraz da fırtına, sağım solum belli olmaz. Bir seyahat sırasında, o zamanlar 8 yaşında olan oğlum, Kızılderili isim takmaca oynarken bulmuştu bu ismi... Karakterime o kadar uydu, her duyan o kadar sevdi ki, aklıma blog yazmak düştüğünde ismi kendiliğinden geldi...

Konuşmayı, yazmayı, okumayı çok severim.

İçimdeki soruları, konuları, davaları paylaşmazsam çatlarım.

Yüksek sesle güler, çok zor ağlar, çatlata çatlata oynarım.

Mevsimlere, insanlara, kitaplara, neden burada olduğumuza, nereye gideceğimize, hayatı zenginleştirmeye, renklendirmeye fena halde takığım...

Yalnız kalmayı da, kendimle olmayı da çok severim...

Başka insanlarda kendimi bulmayı da...

İçimizdeki sesle konuşabilsek daha iyi insanlar olacağımıza dair bir inancım var.

Kendi sesimi duymak ve sizlerle paylaşmak için yazıyorum...

Sesim geliyor mu?